Kısa bir öykü uydurdum(kesinlikle çok net bir başlık oldu)
O sabah da diğer sabahlardan farklı olmayacaktı ya da ben yine her sabah olduğu gibi umutsuzca bakıyordum. Daha yatağımdan kalkmaya bile halim yoktu. Hem kalkıp ne yapacağım ki? Muhtemelen şuan uyanık olan babama kahvaltı hazırlayıp onu işe uğurlarken bugün hangi testleri çözmem gerektiğini planlayacaktım. Testler bitince de biraz uzanıp babamın dönüş saatine yakın yemek hazırlayacakım. Uyuşukluğumu bir kenara bırakıp yatağımdan kalktım. Babama görünmeden banyoya ulaşmaya çalıştım çünkü sabahları biraz nalet olabiliyorum ve bu sabah da onun "sabah esprilerine" katlanacak halim yoktu. Neyse ki babamı etrafta görmeyince parmak uçlarımla banyoya girebilmiştim. Yüzüm berbat görünüyordu. Gözlerimin altı torba torba şişmiş, suratım resmen tebeşir beyazı olmuş ve dudaklarım kurumuştu. Yüzümü yıkamayı hiç sevmem, kurallarıma bağlı kalarak yine yıkamadım. Annem taa ki bizi terkedene kadar her sabah yüzümü yıkamam konusunda bana uzunca nasihatler verirdi. Yüz yıkamanın neden bu kadar önemli olduğunu anlamış değilim aslında. Banyoda biraz vakit geçirdikten sonra aşağıya indim. Merdivenlerden her adımımı atışımda döşemelerden tahta sesi geliyordu. Bir gün bu ev başımıza çökmezse şanslı sayılırdık. Babama beş hatta altı kez seslendim ve geçte olsa eve olmadığını anladım. Aslında uyuyor da olabilirdi ama babam asla benden sonra uyanmazdı. O bir muhasebe bürosu sahibiydi ve serbest çalışma saatleri yoktu. Dediğim gibi ben kurallarına bağlı bir insanım ve tek yemek yemeyi sevmem. Hatta babamın evde olmayışını şans kabul ederek o katı yönetimi biraz bozmaya karar verdim. Koşarak yukarı çıktım. Koştuğum için sarsılan merdivenler sanki bana küfür edercesine gıcırdıyorlardı. Üstüme güzel birşeyler giymeye çalıştım, hafif majyaj yaptım. Hafif makyajdan kastım biraz allık o kadar. Sanırım burada en fazla bu kadar özen gösterebilir insan kendine. Anahtarımı aldım, çantama biraz para koydum. Kapıdan çıkarken eksiklerimi son kez boy aynasından kontrol ettim. Kapıyı hafifçe çekip çıktım. Rengarenk çiçekleri olan, sokak köpeklerinin öğlene kadar devrilip uyudukları bahçeden geçiyordum. Biraz uzakta, bahçe yolunu bitirip, son kapıya ulaşacakken kahverengi montlu, berduş kılıklı yaşlı bir adam gördüm. Yanına hızlıca gittim ilk anda onu ordan kovmaktı aklımdan geçenler fakat yaklaştıkça kötü niyetli biri olmadığını yüzünden anladım. Bastığım çalıların çıkardığı ses yüzünden yaşlı adam uyandı. Korkuyla irkildi ama niyetim asla onu korkutmak değildi hatta bundan özenle kaçındığımı sanıyordum. Yanındaki ağaç dallarına tutunarak kalkmaya çalıştı. Yardım etmek için elimi uzattım ama bana soğuk bir bakış atarak, kelimelere bile ihtiyaç duymadan gözleriyle bu yardımımı geri çevirdi. O ayağa kalkınca bende bir adım geriye gittim. Tam ihtiyara nasıl olduğunu soracaktım ki yorgun bedenini idare edebildiği kadarıyla hızlanmaya çalıştı. Resmen gidiyordu. Niye bu kadar dikkatimi çekmişti bu adam? Alt tarafı bir fukaraydı ve işlediği herhangi bir günahtan dolayı ömrünün geri kalan kısmını böyle geçirmeye mahkum olmuştu. Peşinden gittim."-İyi misiniz? Nerede yaşıyorsunuz? Karnınız aç mı?" diye bir sürü soru sıraladım. On metre kadar yürüdük böyle. Daha doğrusu benden kaçmaya çalıştı. Ben yanından yürüdükçe hızlandığı için onu yormaya başlamldığımı fark ettim. Peşini bırakmaya karar verdim. Yoksa bu adamcağızın ihtiyar kalbine inecekti ve bunun sorumlusu olmayı kimse istemezdi .Benim artık peşinden gelmediğimi gören adam soluklanmak için adımlarını yavaşlattı. Ardından baka kalmıştım. Bütün bunlar da neydi? Aslında ortada tesadüf sayıp şaşıracak kadar önemli bir durum yoktu. Ben biraz abarttım ya da macera peşindeydim. Haftanın altı günü evdeyseniz hayatınıza heyecan katacak şeyler ararsınız. O an bulunduğum yönün tam aksine doğru yürümeye koyuldum. Biraz sahilin oradaki banklarda oturdum. Denizi izledim. Dalgalar denizden ne istiyorlardı? O dalgalar gibi içimde bir öfke taşıyordum. Öfkeden söz ediyorum; doğduğumda bileğime takılan bir bilezik gibiydi. Şimdilerde dar gelip, kolumu kangren eden. Saatime baktığımda bu anlamsız değerlendirmeler için fazla mesai ayırdığımı fark ettim ve apar topar kalktım. Eve geri döndüğümde öğleni geçmişti. Bahçedeki sokak köpekleri çoktan ortadan kaybolmuştu. Eve girdikten sonra biraz ders çalışmam gerektiğini biliyordum. İçim artık ne kimya alıyordu ne fizik ne de coğrafya. Benim tabirimle kimyam zaten bozuk fiziğim berbat dünyamsa başıma yıkılmıştı. Alternatiflerim arasında kitap okumak vardı. Aslında on dakikadan fazla okuyamayacağımı bile bile henüz dördüncü sayfasında olduğum kitabın sayfalarına bakınmaya başladım.
“Sadece sen diyor kalbim sadece seni bekleyecek. Gururum desen boyumdan büyük anmayacak bir daha adını dudaklarım. Ama kalbim sadece sen diyor sadece seni bekliyor. Ben isimsiz birini seviyorum, kimliksiz. İsmini ben koydum ben siliyorum. Kötü gecelerden geliyorum. Ellerimde yanlızlık var, ellerim dibine kadar günaha batmış. Issız, sessiz bir geceden geliyorum. Telafisi olmayan hatalarla. Kötü gecelerden geliyorum. İçimde yarım kalmışlıklarla. Yaşanmamış ve büyük ihtimalle bir daha yaşanamayacaklarla. Kötü bir geceden geliyorum. Çaresizim öylece bırakıp gidilmişim sanki bekliyorum birisini.”
Zihnim bu neye benzediğini bilmediğim duyguları anlamaya çalışamayacak kadar doluydu . Kitabı kapattım, söylene söylene mutfağa inip kendime bir şeyler hazırlamaya koyuldum.
Yorumlar
Yorum Gönder